Almanya’ya taşınmamı sağladığı için kabul ettiğim ama aslında pek sevmediğim işimde daha fazla dayanamayınca radikal bir kararla yeni iş bulmadan istifa etmiştim. Sonra iş aramaya başlamış ve yorucu bir süreç sonrası tamamen yeni bir sektöre adım atmak istediğime karar vermiştim. Yepyeni sektördeki iş sözleşmemi imzaladıktan sonraysa 2 ay çalışma hayatına ara vererek biraz keyif yapmıştım.
Önce bu süreci kaçıranlar için sırasıyla ilgili yazıları ekleyeyim, ismine tıklayarak yazıya gidebilirsiniz. Yazının devamında istifamı ve yeni işimi duyurduğum instagram gönderilerini de aralara ekledim.
Almanya’daki İşimden Yeni İş Bulmadan Neden İstifa Ettim?
Almanya’da Yeni İş Arama Sürecim ve Sonuç
Almanya’da Çalışmadığım 2 Ay Nasıl Geçti?
Her bir yazıyı yazdıktan sonra gelen mesaj ve yorumlarda, yazdıklarımda kendinizi bulduğunuzu ve sizin gibi düşünen birileri olduğu için mutlu olduğunuzu söylediniz. Hatta benzer durumda olup adım atamayan ve yazılarımı okuduktan sonra cesaret bularak benim gibi hayatında yeni sayfalar açanlar oldu.
En çok da bol şans dilediniz ve yeni işime başladıktan sonra neler olduğunu paylaşmamı istediniz. O yüzden bu yazımda hem sürecin devamını merak edenler hem de Almanya’da Almanlarla çalışmak nasıl diye öğrenmek isteyenler için yeni işimde geçirdiğim ilk 6 aydan bahsedeceğim.
Almanca mülakat tecrübem olmadığı ve yeni iş arama sürecinin zorluğunda bir de Almancamı geliştirmekle uğraşmak istemediğim için seçeneklerimi kısıtladığı halde iş ararken yalnızca İngilizce ilanlara başvurmuştum. O yüzden kabul edildiğim iş için yaptığım mülakatlar da İngilizce olmuştu ve CV’mde iyi derecede Almanca bilgisi yazdığı halde beni işe alan müdürüm Almancamı kontrol etmemiş ve önemsememişti.
O yüzden işe başladığım ilk gün müdürüm, bana koçluk edecek iş arkadaşım ve kalan herkes haliyle beni İngilizce selamladılar ve tüm konuşmalar öyle devam etti. Önceki işimde herkes farklı ülkelerden olduğu için genel konuşma dili İngilizceydi ve ben yeni işimde de biraz daha fazla Alman olsa bile yine benzer şekilde uluslararası bir ortam olacağını düşünmüştüm.
Fakat öyle değildi. Benim bulunduğum ürün yöneticileri ekibinde Alman olmayan sadece ben vardım. Sorumlu olduğum ürünü geliştirmek için birlikte çalışacağım yazılım ve tasarım ekibinde de yine Alman olmayan sadece ben vardım.
Sieh dir diesen Beitrag auf Instagram an
Öyle olunca herkesin kendi arasında Almanca konuşup sadece ben gelince İngilizceye dönmeleri şeklinde garip bir durum oldu ilk gün. Garip diyorum, çünkü ben onların Almanca konuştukları şeyleri zaten anlıyordum ve ben anlayayım diye İngilizce konuşmalarına gerek yoktu.
İlk gün birkaç saat boyunca öyle devam ettik. Sonra bana koçluk eden arkadaş bana yöneteceğim ürünü İngilizce olarak anlatmaya başladı. Ürünüm de internet üzerinden televizyon izlemeyi sağlayan Smart TV platformu ve Almanya’nın kanalları olduğu için yayın tabii ki Almanca. (Bilgi: Almanya’nın en büyük medya gruplarından birinde işe başlamıştım ve grubun televizyon kanallarında yayınlanan dizi, film gibi içeriklerin daha sonradan da izlenebileceği kanal web sitesi, mobil uygulaması ve Smart TV uygulaması seçeneklerinden Smart TV’nin ürün yöneticisi olmuştum.)
Almanca bir şeye bakıp İngilizce aktarım dinlerken kafam karıştı, ayrıca İngilizce konusunda ısrar edip işin kolayına kaçmam yanlıştı. Almanya’ya geldiğim 3 yıldır tek kelime oturup Almanca çalışmamıştım, bundan sonra pek çalışacağım da yoktu. O zaman işyerindeki insanlarla Almanca konuşup bu sayede ekstra zaman harcamama gerek kalmadan Almancamı ilerletmek harika bir fırsat değil miydi?
Bu kısacık düşünme ve ani karar sonrası arkadaşın sözünü Almanca olarak kestim ve “Benim Almancam biraz var aslında, Almanca devam edelim istersen” dedim.
Çocuk son derece şaşırmış olarak bana baktı, “Madem biliyordun sabahtan beri bizi ne uğraştırıyorsun” diye de düşünmüş olabilir tabii 🙂 Önce acaba her söylediğini anlayacak mıyım diye tereddüt ederek başladı ve sonra anlayarak cevap verdiğimi görünce rahat bir şekilde devam etti.
Beni görüp İngilizce konuşan herkesi “Hiç gerek yok, Almancası gayet iyi” diye bilgilendirdi ve benim olduğum yerlerde artık normal şekilde Almanca konuşulmaya devam edildi.
Sieh dir diesen Beitrag auf Instagram an
Bu Almanca kararımın 3 yıldır yaptığım ‘sosyal ortamda arkadaşlarımla ve elimden geldiğince Almanca konuşabilmek’ kararından aslında ‘biraz’ daha ciddi bir konu olduğunu Almanca mailler ve toplantılar başlayınca kavradım. Zaten yeni bir sektöre ve ürün yöneticisi olarak yeni bir göreve adım atmıştım ve her şey bana çok yabancıydı, bir de dil konusunda kendimi zorlamamın gereği neydi şimdi?
Mailleri yazdıktan sonra dilbilgisi ve yazım yanlışı yapmadığımdan emin olmak için 50 kez okuyor, sözlükten kontrol ediyor ve bir maili neredeyse yarım saatte atıyordum. Tabii ki kullandığım kelimeler ana dili Almanca olan birinin aynı durumda kullanacağı kelimelerden daha farklı olduğu için, her mailim sonrası karşımdaki kişinin ‘bu yeni ürün yöneticisi de nereden gelmiş böyle’ diye eğlendiğini düşünerek üzülüyordum.
Toplantılar daha da kötüydü. Almanların senelerce bana “Almancan ne kadar iyi! Telaffuzun harika!” demelerinden hep gurur duyduğum halde yakın zamanda bunu kibarlıktan herkese söylediklerini görmüş ve artık eskisi kadar kendimden emin konuşamaz olmuştum (Evet bunu duymuş olmanız Almancanızın gerçekten harika olmasını maalesef gerektirmiyor). O yüzden toplantılarda müdürümün beni tanıttığı insanlarla çekinerek konuşuyor, karşımdaki insanın benim garip Almancam yüzünden uğradığı şaşkınlığı ve bunu belli edip etmeyeceğini kestirmeye çalışıyordum. Düşünsenize sizin Türkiye’deki ve herkesin gayet normal Türkçe konuştuğu ofisinize yeni biri başlamış ve tanıştığınızda kırık bir Türkçeyle cevap veriyor size…
Sonuçta “En iyisi çok mecbur değilsem konuşmayayım” gibi pasif bir duruma çektim kendimi ister istemez.
İlk 1 – 2 haftayı bu utangaçlık ve paranoya ile geçirdikten sonra böyle devam edemeyeceğime karar verdim. Almanca konuşmayı kendim tercih etmiştim, öyleyse neden vardığım sonuç ‘konuşmamak’ olmuştu? Ben elimden gelenin en iyisini yaptıktan sonra insanların benim hakkımda ne düşünecekleri çok mu önemliydi, Alman olmadığımı bilmiyorlar mıydı sanki?
Hem ille de onların düşüncelerine önem vereceksem, kısa sayılabilecek bir süredir Almanya’da olduğum halde bir şekilde onlarla iş hayatında aynı seviyeye gelip, mükemmel olmasa da anlaşacak kadar Almanca konuşabiliyor olmamı takdir edeceklerini düşünmeliydim belki? Benden çok daha uzun süredir Almanya’da yaşadığı halde işyerinde hala İngilizce konuşan insanlar vardı sonuçta. Benim hem lise gibi küçük bir yaştayken Almanca öğrenmiş olmamı hem de şimdiye kadar unutmayıp bu seviyede konuşabilmemi takdir etmeliydiler.
Kendi içimizde yaptığımız muhakemeler ve aynı duruma farklı açılardan bakmaya çalışmamız bazen son derece faydalı oluyor, benim için de öyle oldu ve ‘insanların beni ayıplamak yerine takdir etmesi gerektiği’ kararını aldığımın ertesi günü işe bambaşka bir Fatma olarak gittim. Konuşmak zorunda olmasam da konuştum, sorular sorup anlamaya çalıştım, yazdığım mailleri 50 kez okumak zorunda hissetmeden yolladım, bilmediğim şeyleri İngilizce söyleyip “Bunun Almancası nasıl?” diye yardım almaya çalıştım.
Tabii yanımda Almanca defteri yapacağım bir defter götürmeyi de ihmal etmedim. Duyduğum yeni kelimeleri ve benim yanlış bildiğim doğru kullanımları not edecek, arada bir tekrar ederek öğrenecek, sonra benzer durumlarda ben de bu yeni öğrendiklerimi kullanarak Almanca bilgimi ilerletmiş olacaktım.
Bu kısımda son derece zorlandım. Türkiye’de birçoğumuzun maruz kaldığı veya bizzat kullandığı araya İngilizce kelimeler karışmış ‘plaza Türkçesi’ vardır ya, plaza Almancası diye bir şey de var. Medya sektörü ile ilgili daha önce duymadığım birçok kelimeyi öğrenmeye çalışırken aynı zamanda hangi durumlarda İngilizce kelimeyi kullanmam gerektiğini ve elbette o İngilizce kelimenin doğru artikelini bilmeliydim. Ürünümün ismi bile İngilizceydi, Smart TV derken artikeli der, die, das belalı üçlüsünden hangisiydi??
Almanca konusunu tökezleye tökezleye olsa da idare etmeye alışınca hayatım biraz kolaylaştı, zaten artık günlük olarak iletişimde olduğum insanların hepsi ‘ilk şoku’ atlatmışlardı ve bana alışmışlardı. Üstelik hepsi çok cana yakın insanlardı, herhangi bir konuda yardım istediğimde ellerinden geleni yapıyorlardı.
Tabii sonuçta Almanca kursunda olmadığım için, dilden bağımsız olarak en az herkes kadar iyi yapmam beklenen sorumluluklarım vardı. Ürünüm olan Smart TV için çok büyük değişiklikler yapılıyordu, yazılım ve tasarım ekipleriyle çalışırken hangi konuya ne kadar dahil olmam gerektiğini kestiremiyordum. Örneğin uygulama açıldığında nasıl görüneceği konusunda tasarımcı ile fikir ayrılığına düştüğümde tasarım onun işi olduğu için onun söylediği mi, yoksa ürün komple benim ürünüm olduğu için benim söylediğim mi geçerli olmalı bilemiyordum. Fikir ayrılığını müdürümle paylaşıp ne yapılması gerektiğini sorduğumda ise bu sorularımdan hoşnut olmadığını gördüm.
Almanlarla çalışmanın ilk farklı yönüyle böylece tanışmış oldum. Müdürüm “Ürün senin ürünün, benim başımda onlarca farklı konu var ve her bir ürünle ilgili bu kadar çok karara dahil olamam” diyerek detay konulara girmek istemediğini net belli etti. Oysa benim şimdiye kadarki tecrübelerimde bir şey olur da müdürüne söylemezsen ‘onu yok saydığın’ için en iyi ihtimalle trip yerdin ve müdür olduğu için de her konudaki birçok kararı onun alması daha doğruydu. Burada ise “Madem ürün yöneticisi sensin, o zaman sen yöneteceksin” anlayışı vardı.
Bu anlayışın bir sebebi de işyerindeki herkesin işini son derece iyi yapıyor olmasıydı, yani zaten görevler o görevi yapabilecek kadar iyi insanlara verildiğinden arkasından bir daha takip etmenin anlamı yoktu. Çalıştığım bilişim sektöründe aranan niteliklere sahip eleman bulmak Almanya’da çok zor, zaten o yüzden beni İngilizce işe alıp sadece benim için İngilizce konuşmaya bile razı olmuşlardı. Alman birini bulsalar benimle ne işleri olacaktı 🙂
Sektördeki Almanların yüksek talebi bildikleri için süresiz iş sözleşmesiyle çalışıp kendilerini aynı yere bağlamak yerine daha kısa süreli ama daha yüksek ücret alacakları sözleşmeli personel olarak çalışmayı tercih ettiklerini görmüş oldum. Çoğu 3 aylık sözleşme imzalayıp 3 ayın sonunda işlerine gelirse sözleşmeyi uzatıyor, gelmezse daha çok para kazanacakları başka işe kolayca geçiyorlardı. Tabii kısa süreli ve yüksek ücretle çalışan birinin “Ben ilk 2 ay işler nasıl yürüyormuş yavaş yavaş öğreneyim” deme gibi bir lüksü yoktu, ikinci günde sanki yıllardır oradaymış gibi her şeye hakim oluyorlardı. Ayrıca bu ‘aşırı iyi olma’ durumunu devam ettirmeliydiler ki sözleşmeleri bitince şirket onları kapının önüne koymasın ve nerede çalışacaklarını kendilerinin tercih etme özgürlüğü olsun.
Böylece etrafımda nitelikli ve yardımsever insanlarla çalışmanın avantajına sahip olup kısa sürede çok şey öğrenme fırsatı buldum. Herkes çok verimli çalıştığı için uzun öğle araları, çay – kahve molaları ve muhabbetleri yoktu ve bazen sıkılıyordum. Ama takılmayıp ben de o ekibin içinde olduğum için benim de onlar gibi ‘iyi’ olduğumu düşünerek kendimi motive ettim.
Motive oldukça fark yaratmaya başladım. Mesela Türkiye’deki ünlü televizyon kanallarının uygulamalarını inceleyerek nelerin farklı yapıldığını not ettim ve müdürüme “Türkiye’de şöyle özellikler de eklenmiş” diye anlattım, farklı bir bakış açısı getirmem çok hoşuna gitti. Ayrıca normalde sıfır televizyon izleyen biri olduğum halde ev işi yaparken veya yolda giderken grubun en önemli yayınlarını (Germany’s Next Topmodel gibi) düzenli izleyerek yayın akışındaki kritik bir hatayı buldum ve her hafta yüzbinlerce kullanıcıyı etkileyen hata düzeltilirken benim bulduğum bilgisi herkesle paylaşıldı. “Almancam süper olmadığı halde neden bu pozisyona getirildiğimi artık anlamışlardır” diye kendime güvenim tamamen yerine geldi.
Üçüncü ayımda, benim pozisyonum olan ürün yöneticisi olarak ‘kardeş platform’ mobil uygulama ekibinde yeni birisi işe başladı, o da benim gibi Alman değildi ve o gerçekten Almanca bilmiyordu. Şimdiye kadar Almanca bilmeyen kişilerle İngilizce konuşarak toplantıları idare ediyordum ama o çocuğun gelmesiyle birçok toplantımız İngilizceye döndü ve işim zorlaştı, çünkü iki dil birbirlerine benzedikleri için aynı anda yabancı dil olarak birlikte kullanmak hiç kolay değil. Kısa bir alışma süreci sonrası çok hızlı dil değiştirmeyi ve Almanca ile İngilizceyi birbirine karıştırmamayı öğrendim.
İki haftada bir ürünümdeki yeniliklerle ilgili tüm ekiplere sunum yapıyor ve ilgiyle dinleniyordum. Sunumlarımın birinde müdürümün müdürü olan adam diğer ekiplere “Siz de Smart TV ekibini kendinize örnek alın” bile dedi.
Üçüncü aydan sonra işler biraz tersine döndü. Mobil uygulama ekibine alınan yabancı çocuk çok iyiydi ve sektörde de bilgisi olduğu için kısa sürede çok dikkat çeken şeyler yapmıştı. Artık tüm ilgi ondaydı ve belki benim de o seviyede olmam bekleniyordu diye kendimi yeniden yetersiz görmeye başladım.
Ayrıca artık ürün yöneticisi unvanına sahip olarak, önceki daha teknik iş tanımlarımda hiç bulunmayan bir şeye çok hakim olmalıydım: Rakamlar. Her gün kanallarımdaki izlenme sayılarıyla ilgili excel raporları geliyordu ve benim birçok raporu inceleyerek rakamlar doğrultusunda sonuçlar çıkararak yeni aksiyonlarımı planlamam gerekiyordu. Rapor yorumlama işinde son derece yeni olduğum için o düzeni hiç oturtamadım ve tam da diğer çocuk kadar iyi olmadığımı düşündüğüm dönemde müdürümle zehir zemberek bir toplantı yaptık.
Almanlar kibardır, ama gerektiğinde de söylemek istediklerini size kibar sert olarak gayet net söylerler. Müdürüm bana, “Seni sektörde tecrüben olmadığı halde iş hayatındaki tecrübenden dolayı kıdemli olarak işe aldık ve ona göre imkanlar sunduk, o yüzden kıdemli birisi kadar katkı sağlamanı bekliyoruz” dedikten sonra kısa bir şok yaşadım ve ne yapacağımı bilmez halde etrafıma bakınırken onun bilgisayarında alt sekmede ‘kıdemli ürün yöneticisi’ pozisyonu için iş ilanı vermekte olduğunu gördüm..
Demek ki beni yeterli görmeyip deneme süremde işten çıkarmaya karar vermişti, çünkü deneme süresi dolduktan sonra bunu yapması zordu. Yeni birini bulana kadar ben işleri idare edeyim diye de bana bir şey söylemeyip yalnızca bu durumun sinyallerini veriyordu. Eve geldiğimde LinkedIn’i açtım ve yanlış görmüş olduğumu umarak böyle bir ilanın yayınlanmamış olmasını diledim. Ama gördüklerim doğruydu ve ilan yayındaydı, başımdan aşağı kaynar sular döküldü..
Sakin olmaya çalışıp nasıl hareket edeceğimi düşündüm. İşten memnundum ve yeni şeyler öğreniyordum, evime de 15 dakika yürüme mesafesindeydi. Ayrıca yeniden iş arama sürecinin yorgunluğuna girmeyi hiç ama hiç istemiyordum. Öyleyse küsüp kaderimi beklemek yerine kaderimi kendimin belirleyeceği adımlar atmalıydım.
İşe alındığım ilanı buldum önce, iş görüşmesi yaptığım ilanların çıktısını alıp saklarım hep. Orada yazan ve iş tanımından beklenen nitelikleri tek tek okudum; hangisini ne kadar yapabiliyorum, hangisinde yapmayı planladığım şeyler neler ve hangilerinde yardıma ihtiyaç duyuyorum şeklinde bir özet tablo hazırladım. Şimdiye kadar iyi yaptığım şeyleri düşünüp bir araya getirdim, eksik olup yardıma ihtiyaç duyduğumu söylediğim konulardan sonra ‘evet o eksik’ düşüncesi müdürümün aklında yer etmeden odağı iyi olduğum konulara yönlendirecektim.
Birkaç günde bu hazırlıkları tamamladıktan sonra müdürle olan toplantımızda işten memnun olduğumu, özellikle tasarım ekibiyle karar noktalarında ve raporları yorumlamak konusunda desteğe ihtiyaç duyduğumu ve böylece daha hızlı gelişebileceğime inandığımı söyledim. Hemen sonrasında farklı sektörden ve farklı bir kültürden gelmemin şimdiye kadar sağladığı avantajları anlattım. Ayrıca ilk defa Almanlarla çalıştığım için bazı durumlarda neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilemediğimi ve kültür farklılığından kaynaklanabilecek böyle durumlarda bana örnekler üzerinden bu ayrımı anlatmasını istedim. Tabii yeni bir ilan gördüğümden ve bu ilanın benimle bir ilgisi olup olmadığını merak ettiğimden bahsetmedim.
Böyle hassas konularda bir taraf kendi dilinde konuşurken diğer tarafın yüzde yüz hakim olmadığı bir yabancı dilde konuşması gerçekten çok yorucu oluyor. Hem müdürüm olduğu için doğru kelimeleri seçmekte hem de anlatmak istediğim birbiriyle bağlantılı konuların toplamda bir şey ifade etmesi için doğru şekilde anlatmakta çok zorlandım.
Adam zaten genelde olumlu birisi ve böyle maddeler halinde Alman netliğinde gelmemi çok beğendiğini söyledi. İyi yaptığım şeylerin farkında olduğunu ve kısa süredeki hızlı gelişmemi olumlu bulduğunu da belirtti. İhtiyaç duyduğum konularda beni desteklemesi için haftalık toplantı koyduk ve diğer konularda da yardımcı olabilecek kişileri bilgilendirerek bana yönlendirdi. Sonrasında başka yerlerde o ilanın başka bir platform için olduğunu duydum ama yeni gelen de olmadı. Belki dediğim gibi eleman bulmak zor olduğu için, belki de ilan gerçekten benimle ilgiliydi ve sonra fikirleri değişti, bilemiyorum. Bir süre sonra baktığımda artık yoktu ve konu kapandı.
Dil ve işin kendisi dışında günlük ofis hayatında ise ilk günden itibaren kendimi çok garip hissettim; etrafımdaki neredeyse herkesin Alman olmasına ek olarak neredeyse herkes erkekti. Oturduğum odada tek kadın ben, girdiğim toplantılarda tek kadın ben, öğlen yemeğine gittiğimiz grupta tek kadın ben.. Bu durumu bazen eğlenceli bazen sıkıcı buldum ve Almanların iş ilişkilerinde ne kadar dikkatli olduklarını gördüm.
Örneğin dış görünüşümle ilgili yorum yapmaktan veya özel hayatımla ilgili soru sormaktan kesinlikle kaçınıyorlardı. Saçlarımı aylarca düz kullandıktan sonra ilk kez kıvırcık yaparak işe gittiğimde herkes şaşırarak “Saçların mı değişmiş?” diye yüzüme baktı ama güzel olmuş gibi bir şey söyleyen kesinlikle olmadı. Tatile gideceğimi anlattığımda kiminle ve nereye gideceğimi soran hiç olmadı.
İngiltere’den gelen proje yöneticisinin bana çok narin ve tatlı sunum yaptığımı söylemesini veya mobil ekibine alınan Almanca bilmeyen arkadaşın kaç yaşında olduğumu sormasını dehşetle izlediler 🙂 Almanların özellikle Nazi geçmişlerinden ötürü ‘ayrımcılık’ (discrimination) konusunda büyük hassasiyetleri var ve yabancılarla hele de kadınlarla özel konulara asla girmiyorlar. Zaten kültürleri de bizimkinin aksine herkesin hayatına burnunu sokma üzerine kurulu olmadığından sizinle ilgili şeyleri merak etmiyorlar. Türkiye’deki ve Almanya’da yabancılarla çalıştığım iş hayatımda “Neden makyaj yapmıyorsun hasta mısın?”, “Tatile neden eşinle gitmiyorsun?”, “Hafta sonu nereye gittin?” gibi sorulara alışmış biri olarak başta bu durum bana garip geldiyse de sonra alıştım, bence iş arkadaşlarıyla her konuda konuşup dertleşmek şart değil zaten.
Beşinci ayımdan itibaren rahatladım, artık sorumluluklarım iyice artmıştı ve şirketteki yerim sağlamlaşmıştı. Tatil sezonu da gelmişti ve tatile çıktım, döndüğümde ilginç bir haber aldım. Mobil ekibine başlayan yabancı çocuk 2 ayın sonunda şirketin kendine uygun olmadığına karar verip deneme süresinde istifa etmişti ve iki hafta sonra gidiyordu. Çocuk işinde iyi olduğu ve ondan bir şeyler öğrendiğim için üzüldüm, ama şirketin eleman bulabilmenin kıymetini tekrar anlayacağını düşünerek sevindim aynı zamanda. Ben onları terk etmeyi düşünmüyordum ve bu onlar için kıymetliydi, yoksa aylarca yeni birini aramaları gerekecekti. Ayrıca çocuk gidince İngilizce toplantılar azaldı ona da sevindim, böylece her dakika dil değiştirmeden büyük oranda Almancaya yoğunlaşabilecektim 🙂
Deneme süresindeki son ayımı nispeten rahat ama yine de biraz ‘acaba’ ile geçirdikten sonra son gün mesai saatinin bitimine kadar kötü bir haber alır mıyım diye biraz tetikte bekledim. Korkulan olmadı ve artık işyerindeki konumumu sağlamlaştırmış olmanın mutluluğuyla eve geldim.
Sevmediğim ama her şeyiyle iyi olan bir işten ayrıldıktan sonra zor bir süreç geçirerek seveceğimi düşündüğüm ama tamamen farklı olan bir iş bulmuştum, işe başladığımda yeni olan her şeyi öğrenmenin yanında Almanca çalışmaya da karar vererek kendimi geliştirecek ama zorlayacak bir karar daha vermiş oldum. Bazen iyi bazen endişe ettiğim çalkantılı günler geçirerek bugüne kadar geldim.
Şimdi baktığımda, bir sene önce bugün enerjimi emen ve yalnızca görünmez olmak istediğim bir işe giderken bugün yeni şeyler üretmek için can attığım ve yarattığım değerle mutlu olduğum bir işe gidiyorum.
Hayata yalnızca bir kere geliyoruz ve ömrümüzün sınırlı vaktini bizi mutsuz eden şeylerle tüketme lüksümüz bence yok. Ben böyle düşünerek konfor alanımdan çıktım ve hem risk alıp hem de çok çabalayarak yeni çizdiğim yolda adımlarımı sağlam atabilmek için elimden geleni yaptım. Sonunda ulaştığım noktada aydınlığa kavuştum.
Sizin de benzer adımları kendiniz için atabilmenizi diliyorum. Lütfen yazımı ilham olacağını düşündüğünüz sevdiklerinizle paylaşın.
Yeni gelişmelerden haberdar olup yeni yazılarımı kaçırmamak için Hayat ve Seyahat’in aşağıdaki hesaplarını takip etmeyi unutmayın! 🙂
Instagram: hayatveseyahat
YouTube: Hayat ve Seyahat
Facebook: Hayat ve Seyahat
Erkin
02 Ekim 2019, 14:53Mükemmel bir yazı, mükemmel bir paylaşım. Her anında kendim yaşadım.
Samimiyetiniz için teşekkürler. Oldukça aydınlatıcı bir yazı, aynı zamanda roman veya deneme yazısı gibi akıcı:)
Kolaylıklar dilerim,
Erkin
Fatma Olcucu
12 Ekim 2019, 08:16Teşekkür ederim 🙂
Ayşegül Şenyurt
27 Kasım 2019, 22:24Sevgili Fatma, yine çok ayrıntılı, samimi ve ilham verici bir yazı yazmışsın. Emeğine sağlık. Yeni işinde ve yaşamında başarılar ve mutluluklar dilerim.
Fatma Olcucu
28 Kasım 2019, 08:29Tesekkur ederim, hepimizin bulundugu yerde sansi ve mutlulugu bol olsun 🙂
Akın ÇALIŞKAN
26 Haziran 2020, 02:59Çok çok çok güzel bir yazı, birçok duyguyu yaşadım.. 🙂 başarılar..
Fatma Ölçücü
26 Haziran 2020, 11:45Tesekkur ederim, bircogumuzun is hayatinda yasadigimiz duygular ortak 🙂